GÖKLERİN, YERİN VE DAĞLARIN YÜKLENMEKTEN ÇEKİNDİKLERİ EMANET

Yayınlama: 22.07.2025
Düzenleme: 18.07.2025 10:44
A+
A-

Emanet, hem ‘korunması istenen şey’, hem de ‘emin olma’ manasına gelir.

Emanete, “teklif, feraiz,  İlâhî ahkâmın icrasına memur olmak, başkalarının hukukunu muhafaza” gibi mânâlar da verilmiştir.

Emanet ile ilgili Ahzâp Sûresinin 72. âyetinin meali şöyledir:

“Biz o emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. O gerçekten çok zalim ve çok cahildir.”

Tefsir âlimlerin büyük çoğunluğu bunu bir temsil olarak kabul etmişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri, ’emanet’ konusunu işlediği Otuzuncu Söz’de bu âyet-i kerîmeyi kaydettikten sonra; “Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz” diyerek şöyle buyurur:

“Gök, zemin,dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücudundan bir ferdi, bir veçhi ‘ene’dir.” (Sözler)

Âyet-i kerimede esas olarak ’emanet’ işlendiğine göre söz konusu hazine ’emanet’tir ve onun ifade ettiği birçok mânâ da o hazinenin cevherleri gibidir. İşte o cevherlerden birisi de enedir (benlik duygusu). Ene, esas olarak, insan mahiyeti ve o mahiyete konulan çok geniş ve yüksek istidattır. Bu istidat manevi bir cevherdir. O cevherin yerinde kullanılmasıyla, insanın kalbine ve aklına nice hakikatlerin kapısı açılır.

Ene ‘ben’ demektir ve kelime mânâsıyla insan mahiyetinin tamamını ifade eder. Ancak, Bediüzzaman’ın  “Beden ruhun hazinesidir” ifadesinden hareketle eneyi insan ruhu olarak anlamamız daha doğru olur. Bu ruhun hayvan ruhlarından en belirgin farkı enedir. Yani, insan ruhu; “benim elim, benim gözüm, benim kalbim…” demekle bu organlarına sahip çıkmakta, emanet cihetiyle de olsa onları kendine nispet edebilmektedir.

Hayvanlar ne kendilerini gerçek manada bilirler, ne de organlarını hakkıyla tanırlar. Sadece dünya işlerine yardımcı olan organlarını kullanmayı bilirler. Yani ağızları olduğunun şuurundadırlar. Rızıklarını tanırlar ve yerler. Ancak aldıkları gıdaların midelerine gittiğini bilmezler. Soludukları havanın ciğerlerini temizlediğinin de farkında değillerdir. Onun için “Ben yedim, ben nefes aldım” diyemezler. Bu marifetten mahrumdurlar.

O halde, ‘ene’ denilince insan ruhunun, “kendini, organlarını, latifelerini ve duygularını bilmesi” ve onları kendisine nispet etmesi, yani benim organlarım, benim duygularım… diyebilmesi” anlaşılır. İşte Ene, yani “ben diyebilme” özelliği, insanın önüne büyük bir imtihan sahası açmıştır. Kendisine ihsan edilen nimetleri Allah’tan bilme yahut kendi nefsine mal etme imtihanı.

İnsan ruhu hislerden, duygulardan, latifelerden örüldüğü gibi, insan bedeni de atomlardan dokunmuştur. İnsan kâinatın bir küçük misali olduğundan, onun ruh dünyası büyük âlemdeki bütün gaybî varlıkları temsil ettiği gibi, bedeni de bu görünen muhteşem âlemi temsil eder.

Bir mümin hem bütün organlarını hem de ruh dünyasının bütün kabiliyetlerini Allah’ın birer emaneti olarak bilir. Bu nimetlere şükretmekle büyük sevaplar kazanır. Onları mülk sahibinin rızası istikametinde kullanmakla da manen çok terakki eder.

İşte enenin, yani insan ruhuna İhsan edilen o büyük istidat sermayesinin doğru yahut yanlış kullanılmaları cennet ve cehennemin birer çekirdeği olacaklardır.

EMANETİN GÖKLERE, YERE VE DAĞLARA TEKLİF EDİLMESİ

Emanetin, cansız olan göklere, yere ve dağlara teklif edilmesi iki şekilde düşünülebilir:  Birisi, Cenab-ı Hakk’ın cansız mahlûkat ile de konuşması söz konusudur. Nitekim Nuh Tufanı’nda yere ve semaya yapılan hitaplar bunu açıkça göstermektedir. Ancak tefsir âlimleri bu manaya fazla itibar etmemişler ve bu teklifin bir temsil, bir istiare olduğu ağırlık kazanmıştır.

Bu âyet-i kerime ile insan istidadının (yeteneklerinin) gök, zemin ve dağlardan daha mükemmel olduğu ve insanın bu istidat sayesinde onların taşıyamadığı bir yüke talip olabileceği ders verilmektedir.

Bu konuda şöyle bir soruya da muhatap oluyoruz. İnsan bu emaneti ihtiyarıyla mı yüklenmiştir?

Bunun bir temsil olduğu kabul edildiğine göre, ortada ne ihtiyar vardır, ne de ızdırar (sorlama) vardır. Emaneti ancak insan mahiyetinin üstlenebilecek istidatta olduğunu beyan söz konusudur.

Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakikati’nde geçen şu ifadeler konuyu en güzel şekilde aydınlatıyor:

“Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidat verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübra’yı tahammül edip, yani küçücük cüz’i ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunâtını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip…”

Demek oluyor ki, emaneti yüklenen, insan istidadıdır. Yükü ise, kendisinde bulunan sıfatları, fiilleri, halleri iyi değerlendirerek Cenab-ı Hakk’ı bütün isim ve  sıfatlarıyle tanımaktır.

Meselâ, Güneş kendisinde bulunan kuvvete “benim kuvvetim” diyecek bir istidata sahip olmadığı için, o muazzam kuvvetini ölçü olarak Allah’ın kudretini bilmekten mahrumdur. İnsan ise 5 -10 kiloluk bir taşı kaldırdığında bunu ölçü alabiliyor ve “Ben nasıl bu taşı kaldırıyorsam Hâlık’ım da bütün gezegenleri kolayca çeviriyor, bütün yıldızları düşürmekten durduruyor.” diyebiliyor.

Yine güneş, ilim ve irade sıfatlarından mahrum olduğundan, onları ölçü alarak Allah’ın ilim ve irade sıfatlarını bilemez. Görmesi ve işitmesi de olmadığından Allah’ı Basîr ve Semi olarak tanıyamaz.

İnsan, kuvvet, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanmakla Allah’ın sıfatlarını bir derece bildiği gibi, şefkat, merhamet, gazap gibi şuunâtıyla da Allah’ın şuunâtına bir derece bakabilir. İşte Nur Külliyatı’ndan bu mesele misal olabilecek bir cümle: “… Bütün validelerin şefkatleri Rahmet-i İlâhiyenin bir lem’asıdır.”   (Sözler)

İnsana şefkat duygusu verilmeseydi Allah’ın ve rahmet ve merhametini bilemezdi. Keza, insana gazap kuvveti verilmeseydi, Allah’ın kahrını ve cezasını anlayamazdı. Demek ki, insan için Rabbini tanıma vadisinde yol alabilmenin en sağlam yolu kendini doğru tanıması ve eneyi doğru değerlendirmesidir.

O halde, semanın, arzın ve dağların emaneti yüklenemeyişlerinin temel sebebini de bu noktada aramak gerekiyor. Biz nasıl belli bir mekânda bulunduğumuz için Allah’ın mekandan münezzehiyetini anlayamıyorsak, âyette geçen varlıklar da Allah’ın sıfatlarını ve esmâsını bilemiyorlar. Kendilerine mahsus tesbihlerini ifa etmenin ötesinde bir marifet kazanmaları da söz konusu olmuyor.

Şu olay meselemize iyi bir örnek olabilir:

Âmâ bir adama “Sen görme denilince ne anlıyorsun?” diye sorduklarında şu cevabı veriyor: “Siz diyorsunuz ki, falan adam geliyor;  ben hayret ediyorum, bunu nasıl biliyorlar?”

İşte bu adam “görmenin ne olduğunu anlama yükünü” kaldıracak istidatta değildir ve o yükü yüklenemez.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.