“Terörsüz ve silahsız Türkiye” diyerek girilen süreç, ülke için kıymetli olan Kürt meselesinin nihai bir çözüme ulaşması adına çoktan siyasi zeminde yol almaya başlamış durumda. Bu süreçte, işin mimarları ya da muktedirleri, deyim yerindeyse ellerini taşın altına koymuş bulunuyor. Bu, azımsanacak bir adım değil; aksine tarihsel bir eşik.
Ancak bu kadar hassas, bu kadar kırılgan bir dönemde ülkede yaşanan çelişkili olaylar, her defasında yeni bir olumsuzluğun eklenmesi ve tüm bunların hızla normalleştirilmesi kaygı verici. Barışa dair hassasiyeti, oluşturulmaya çalışılan kardeşlik ve birlik zeminini görmezden gelen bir dil, ne yazık ki hâlâ kendine alan bulabiliyor.
Dünyanın hiçbir yerinde, böylesine hassas bir barış ikliminde, ırkçı reflekslerin bu denli aleni biçimde savunulduğunu görmek olağan değil. Stadyumlarda, bir gazoz eşliğinde yaşananlara destek veren ilkel dürtüler; küçük, önemsiz gibi görünen ama kolayca karşılık bulan bir zihniyetin ürünü. Tehlikeli olan da tam olarak bu: Basit görünen kötülüğün, kendine kolayca taraf bulabilmesi.
Türkiye’de yeni bir barış iklimine girilmişken, güven ve diyalog zemini oluşmuşken nefret dili kullanmak; tekil ve provokatif eylemlerle bu süreci sabote etmek kabul edilemez. Hele ki bunu bir kadın siyasetçi üzerinden, cinsiyetçi ve aşağılayıcı küfürlerle yapmak; stadyum holiganlığını meşrulaştırmak, utanç verici olduğu kadar yaralayıcıdır.
Ülkeyi onarma çabasını görmezden gelip bu söylemleri “milli hassasiyet” gibi parlak ambalajlarla sunmak, tam da bu öfke siyasetinin hedeflediği kitlenin refleksidir.
Öfkenin ve kötülüğün bağıran hâlini gördük. Daha önce de gördük. Saygı duruşlarında ıslık çalınan, yuhalanan anları hatırlıyoruz. Tanıdık hamleler, tanıdık bir karanlık… Ne yazık ki.
Oysa barış sürecinin hassasiyetlerine inanıyorsak, sağduyu ve birlikteliği her koşulda içselleştirmek zorundayız. Bu, katıksız bir inanç ve gönüllülük meselesidir. Kutuplaşmaya fazlasıyla müsait bir toplumda; linç kültüründen, nefret ve öfkeden bilinçli bir kopuş şarttır. Daha çoğulcu, daha toplumsal, daha birleştirici bir dilin – gerekirse daha yüksek perdeden – onarıcı ve iyileştirici bir etkisi olacaktır.
Yüz yıllık bir sorun elbette sancılı bir yüzleşmeyle siyasi zemine oturur. Yaşananlar üzücüdür; ama süreci her koşulda sahiplenmek, kalıcı olan tek yoldur.
Ve belki de en önemlisi şu:
Kötülüğü kutsamayı bırakmalıyız.
İçimizdeki çatışmaları ve kırgınlıkları taşımaktan vazgeçmeliyiz. Zülfü Livaneli’nin Kardeşimin Hikâyesi’nde söylediği gibi:
“İnsan her şeyi unutarak yaşayabilirdi ama her şeyi hatırlayarak yaşayamazdı.”
Unutmak, inkâr değil; şifadır.