Kitap Fuarında, bir standa yaklaşan meraklı bir çocuk “Arkadaş” dergilerini karıştırmaya başladı. Kapaklardaki başlıklar dikkatini çekmişti. Stand görevlisine, “Ne güzel dergiler” dedi. “Evet güzel dergiler, bir görsen içerisindeki bilgiler daha da güzel. Allah’ı tanıtan, sevdiren yazılar…” Çocuk daha bir dikkatle yöneldi. Ne diyecek diye meraklandığım sırada, “Biz zaten Allah’ı biliyoruz” diyerek müdahale eden bir kadın çocuğu hızlıca çekip götürdü…
En çok da “Biz zaten Allah’ı biliyoruz” ifadesi dikkatimi çekti. Bu sözü garipsemiştim. Üstelik bunu söyleyenin üzerinde Allah’ı bilmenin emaresi de yoktu.
Hayatı, dünyayı, canlı cansız harika varlıkları yeni gören, bunları kimin niçin yaptığını merak eden çocuklar, cevap arıyorlar. İnsan hep cevap arıyor. Her şeyin bir anlamının, görevinin olduğu şu varlık âleminde kendisini başıboş ve anlamsız görmek istemiyor. Vicdanının sesi insana Allah’a yönlendiriyor.
Bediüzzaman Hazretleri bunu ne güzel ifade etmiş: “Beşer, fıtraten şu Kâinatın Hâlık’ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede Cemâle karşı bir muhabbet ve Kemâl’e karşı perestij etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemâl ve Kemâl ve ihsan derecatına göre, o muhabbet tezayûd eder. Aşkın en münteha derecesine kadar gider. Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. (Lem’alar, 11. Lem’a)
İşte fıtratımıza yazılmış, kalbimizin yoğrulduğu bu muhabbet bizi cezbediyor. Allah’ın Resulünü, Allah’ın Kelamını bu yüzden çok seviyoruz. Allah’a ulaştıran yollara da yolculara da muhabbet duyuyoruz. Yunus gibi, yaratılan her şeyi seviyoruz Yaratan’dan ötürü…
Üstad Necip Fazıl, şiiri ile dünya hayatını özetlemiş adeta.
“Seni bulmam için beni uzağa attın. Âlemi benim için, beni kendin için yarattın.”
Çocuğu yürüme çağına gelen herkes yaşamıştır bunu. Onu gerektiğinde tutup kaldıracağı mesafede bir uzağa bırakıp kollarınızı açarsınız. Çocuğun, düştü düşecek haliyle ve yürüme heyecanıyla kendisini koşarak kollarınıza atmanızdan daha tatlı bir hal var mıdır!…
İnsan, Rabbine koşar hayatı boyunca. Düşe kalka gider ama Rabbine koşar.
***
Ah bir de engeller, engel olmaya çalışanlar… Allah yolundan alıkoyanlara yönelik Kur’an’da yer alan tehditlerden de mi haberleri yok…
İnsan kalbi ile aklıyla Rabbini arıyor.
Gözü görmekten alıkonsa, elleri ayakları bağlansa, sıkıntı yapıyor, insan bunalıyor.
Duyu ve organları serbestçe çalışabildiklerinde rahat edebiliyor.
Bunun gibi insanın kalbi de ebedilik arıyor. Korktuklarından koruyacak, isteklerini ona verebilecek bir merci arıyor. O aradığı da ancak bütün bunları insana sağlayabilecek olan, merhametli, seven, Kudret sahibi olan Rabbidir, Allah’tır.
Bundan dolayı insan, Allah’ı tanıdıkça, yakın oldukça rahata, huzura kavuşuyor. İnsanın ihtiyaçları ve sıkıntıları başkalarına gittiğinde artıyor. Ama Rabbine yöneldiğinde azalıyor. Dualarına cevap verebilecek bir Allah’ı olduğunu bilmek insana en büyük huzur kaynağı oluyor.
****
Sözün özü, insanın Allah’ı tanımaya ihtiyacı var. Ayeti kerimede de buyrulduğu gibi, kalpler ancak Allah’ı anmakla, hatırlamakla mutmain oluyor.
Bilmek ve tanımak farklıdır. Yazımızı Bediüzzaman Hazretlerinin Allah’ı bilmeyi tarif ettiği şu cümleleri ile bitirelim:
“Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz,’î ve küllî her şey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’i iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve “Lâ ilâhe illallah” kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.
Yoksa “Bir Allah var.” deyip bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevi tazibinden kendini bir derece teselli’ye almak için o sözleri söyler. Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. (Emirdağ Lahikası S:214)