Türkiye’de otomobil, uzun zamandır bir yerden bir yere gitme aracından çok daha fazlası. Hatta kimi zaman “gitmek” gibi mütevazı bir işlevi bile arka planda bırakacak kadar gösterişle yüklü. Tüketim alışkanlıklarımızdan şehir planlamasına, sosyal medyadaki davranışlardan aile içi prestij yarışına kadar geniş bir alanda otomobil, bir statü simgesi olarak parlıyor. Parlıyor ama bize neye mal oluyor?
Bu soruyu sorarken, Emre Özpeynirci’nin yıllardır yazdığı analizlerde sıkça belirttiği noktayı hatırlamak gerekiyor:
Türkiye’de otomobil bir ihtiyaç değil, kimlik beyanı.
Türkiye’de otomobil satın alma motivasyonu çoğu zaman rasyonel değil. Gelir seviyesiyle uyumsuz fiyatlara, fahiş vergilere ve yüksek kredi maliyetlerine rağmen, insanlar hâlâ otomobil sahibi olmayı bir “tamamlanmışlık” göstergesi olarak görüyor.
“Param olsa da olmasa da…”
mantığıyla alınan araçlar, aslında bir güvenlik duygusundan çok, toplumdan gelecek onaya tahvil edilen bir yatırım hâline geliyor.
Hatta bu durum yalnızca otomobilin kendisiyle sınırlı kalmıyor; markası, segmenti, motor hacmi, hatta plaka kodu bile statü hiyerarşisinin parçası hâline geliyor. Sosyal medya, bu çılgınlığı daha da körükleyerek arabayı yalnızca bir araç olmaktan çıkarıp bir “vitrin ürünü”ne dönüştürüyor.
Bu statü takıntısının en çarpıcı yansımalarından biri, son yıllarda trafik yoğunluğuyla gündeme gelen Batman. Nüfus, yol kapasitesi, şehir planlaması ve sosyoekonomik yapı göz önüne alındığında aslında otomobile en az ihtiyaç duyulması gereken şehirlerden biri…
Ama gelin görün ki sokaklar adeta İstanbul trafiğinin küçük bir replikası gibi.
Dar caddeler, yoğun kavşaklar, yetersiz otopark alanları ve üstüne üstlük herkesin özel aracıyla sokağa çıkması…
Ortaya çıkan tablo şöyle:
Bu durum aslında bireysel tercihle sınırlı değil; sosyal bir baskı hâline gelmiş durumda. Arabası olmayan, arabası “yeterince iyi” olmayan ya da arabasını sık kullanmayan toplumda kendini eksik hissediyor.
Arabaya yüklediğimiz anlam, ekonomik gerçeklerle çatışıyor. Asgari ücretlinin ikinci el araba kredisine boğulduğu, orta sınıfın en temel ihtiyaçlarını ikinci plana attığı bir yapıda otomobil:
yine de cazibesini koruyor. Çünkü arabaya sahip olmak “başarmışlık” hissi veriyor.
Öyle ki, bir şehirde trafik sıkışıklığının tek gerçek çözümü özel araç kullanımını azaltmak olmasına rağmen, herkes aynı anda kendi arabasıyla rahat yolculuk etmeyi arzularsa sonuç kaçınılmaz oluyor:
Daha çok araba, daha çok sıkışıklık, daha çok şikâyet.
Türkiye’de otomobil tutkusu aslında bir ulaşım sorunu değil, bir toplumsal psikoloji sorunu.
Arabayı bir ihtiyaç olmaktan çıkarıp bir “kendini ispat aracı”na dönüştürdükçe:
Çözüm ise arabayı hayatımızdan çıkarmakta değil; ona yüklediğimiz sosyal anlamı normalleştirmekte.
Belki de önce basit bir soruyu dürüstçe sormamız gerekiyor:
Gerçekten arabaya mı ihtiyacımız var, yoksa arabadan gelecek saygıya mı?